Müslümanların Modernlikle Olan İlişkisi - İslam ÖZKAN

İslamcılığın 80-90’lı yallardaki bazı naif yaklaşımlarından kurtulması, politize olmuş bir yaklaşımın kendisini sekülerleştirmesine izin vermemesi, dünyaya ve küresel sisteme siyasal bir itiraz geliştirirken sosyal, kültürel ve ekonomik alanlara yönelik ihmalin telafi edilmesi gerekiyor. Zira siyasal olanı besleyen, büyüten, onu kollarına alıp himaye eden ekonomi, kültür ve toplumsal yapıdır.

Modernlik ve kapitalizm birbirinin ikiz kardeşidir. Aralarındaki ilişki, biri diğeri olmadan var olamayacak bir yapıya sahip olma anlamında simbiyotiktir. Hangisinin yekdiğerinin zuhuruna doğrudan sebep olduğu tartışmalı olsa da modernliğin kapitalizmi ortaya çıkarmış olduğu şeklindeki yaklaşım daha tutarlı görünmektedir. Modernlik, kapitalizm mümkün kılan bir iklimin oluşmasına imkan sağlarken aynı zamanda ona ideolojik bir meşruiyet kazandırmış, onun teorik alt yapısını da hazırlamıştır. 

Peki, neden modernizm ve kapitalizm simbiyotik bir ilişki içerisindedir?

Çünkü Modernliğin felsefi dayanağı olan kartezyen felsefe, bireyi evrenin merkezine oturtmakla kalmamış judeo-grek kökenlerinden aldığı ilhamla özne-nesne ayrımını temellendirmişti. Bunun yol açtığı en temel felsefi ve pratik sonuç, bireysel bağlamda kötünün ötekileştirilerek muktedir bir şeytan kavramının icadı, kötülüğün aslında insanın kendi iç dünyasının bir parçası olduğu gerçeğinin yadsınarak soyutlanması ve dış dünyaya projekte edilmesiyken; toplumsal bağlamda insanoğlunun varlık üzerindeki tahakkümü, doğayı tahrip etmesi siyasal alandaysa sömürgeleştirmeci faaliyetler oldu.

Dolayısıyla doğayı Allah’ın insana koruması gereken bir emaneti olarak verdiğine dair bir kabule dayanan dinlerin yaklaşımı, kartezyen felsefeyle birlikte yerini birey merkezli, bireyin çıkarı için her şeyi mümkün gören felsefelerin önünü açan tamamen farklı bir perspektife bıraktı. Dolayısıyla sanayileşme ve kapitalizmle birlikte yüzyıllar sonra ortaya çıkan tüketim kültürü, kartezyen felsefenin önünü açtığı bakış açılarıyla mümkün olabildi.

Sadece bu da değil. Modernliğin önce ortaya çıktığı coğrafyada sonra da dışında yarattığı tahripkar sonuçlar, her ne kadar daha sonraki süreçte dengelenmeye çalışılsa da geleneksel öğretilerin yerini alabilecek, onun meydana getirdiği denge halini var kılabilecek alternatif bir dünya görüşü ortaya konamadı. Bütün geleneksel öğretilere ya da dine dönüş söylemlerine rağmen, Avrupa ve ABD’de hala dine mitolojik bir sistem olarak bakanların sayısı oldukça yüksek.

Bu sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalan Müslüman dünyanın modernleşmeyi çıkış noktası ve sonuçlarıyla birlikte ne kadar kavrayabildiği oldukça tartışmalı bir durum. Modern düşünce biçiminin Batılı yaşam tarzına yansıyan sistematikliğini, disiplinini, bunun şehircilikten çevreye uzanan sonuçlarını, rasyonelliğin meydana getirdiği düzeni gören insanımızın bundan etkilenmemesi mümkün değildi. Ancak bunun köken ve sonuçlarıyla yüzleşmeden, onu sistematik felsefi bir kritiğe tabi tutmadan duyulan hayranlık, İslam düşüncesine yüzeysellikten başka bir şey getirmedi. En azından yaşadığımız modernliğin bilinçli olmaması, modernliğin sorunlarına da hazırlıksız yakalanmamıza yol açtı.

Bu acelecilik ve yüzeyselliğin İslam dünyasına ne kadar pahalıya mal olduğu o kadar açık ki, bireysel planda bütünlüğünü yitiren bir Müslüman akıl, sonunda bireysel ve toplumsal anlamda bölünmüş kimliğin meydana getirdiği tarif edilemez acılarla boğuşmak zorunda kaldı. Modernlikle ilk yüzleştiği dönemde İslam dünyası, modern yapıları kendi koşullarına uyarlamaya çalışmak bir yana, modern yapılar karşısında yaşadığı çözülme haliyle kırık dökük, hırpalanmış, çarpık bir tecrübenin kendi bünyesinde yarattığı tahribatı rehabilite etmekle uğraştı. Manipüle edilmiş bir toplumsal yapıyı ve darmadağın olmuş bir zihin dünyasını tedavi etmeye çalışmak ve bunun sonuçlarıyla boğuşmaktan modernitenin yarattığı sonuçlara alternatif oluşturma, kendi dünyasıyla ve geleneksel değerleriyle uyumlu bir modernlik yaratmaya vakit bulamadı.

Bu anlamda özellikle sömürgecilik sonrası dönemde yaşananın toplumlarımızın kendi içindeki sürekliliği de kesintiye uğrattığını ve bünyeyi yapıbozumuna maruz bıraktığını ifade etmek gerekir. Doğal olan gitmiş yerine, ne idüğü belirsiz, modern mi geleneksel mi olduğu belli olmayan çarpık bir yapı gelmiştir.

Modernlikle köklü bir hesaplaşma yapmaksızın ona entegre olma çabaları, Müslüman fıkhı da dejenere etti. Fıkıh, modern dünyada İslami yaşamın imkanına ilişkin ihyacı bir duruş ortaya koyacağına, tüketim toplumuna eklemlenen, kapitalizmin üretim ilişkilerinin meydana getirdiği şizofreniyi görmeyen, onun yarattığı toplumsal tahribatı kavramaktan aciz, yer yer onu meşrulaştıran bir yapıya da büründü. Köklü çözüm önerileri üretmek, tüketim ilişkilerinin yarattığı köleleştirmeye karşı, Müslüman zihnin ve Kurani düşüncenin imkanlarını hayata aktarma noktasında bir direniş fıkhı oluşturulması gerekirken, tersine edilgen, sathi bir bilgi yığınına dönüştü. Geleneksel fıkhın yetersizliğini ilişkin doğru bir tespitten yola çıkan ve fıkıhta yenilikçi bir düşünceyi ortaya koyduğunu zanneden anlayış, yeniliği ya da yenilenmeyi modernlikle bütünleşme olarak anlayınca yaşadığımız çarpık ilişki biçimlerinin İslamileştirilmesi gibi şizofrenik bir durumla karşı karşıya kalınması kaçınılmazdı. İslam’ın gerektirdiği ibadi görevleri yerine getirmeye çalışan Müslüman akıl, tüketim merkezli modern yaşam tarzının şizofrenik karakterinin farkında olmadan dinin içeriğinin boşaltılması ve sekülerliği içselleştirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Sekülerleşen zihnin neo-liberal iktisat felsefesine kapı aralaması, israfı sıradanlaştıran bir tüketim anlayışına yatkınlaşması, çevrenin tahribine itiraz etmemesi, sosyal ve ekonomik adaletsizlik karşısında kayıtsız kalması son derece doğaldı. Günlük hayhuy içerisinde kapitalizmin üretim tüketim ilişkilerinin doğallığına kendini bırakan fıkıh, dolayısıyla Müslüman birey, modern düşüncenin meydana getirdiği son derece tali sorunlara çözüm üretmeye çalışırken, soruna yönelik köklü bir yaklaşım geliştiremedi.  Zira Müslümanlık denince akla gelen dindarlığın belki de en büyük eksikliği, dini önemli ölçüde kişinin kendi ufkuyla sınırlı bir yaşam biçim olarak algılamanın da ötesinde bu negatif bireyselliğin içinde yaşadığı sistem tarafından ne denli belirlendiğini algılayabilecek bir farkındalıktan dahi uzak olmasıdır. İslamcılığa ve İslamcılık düşüncesine belki de tam da bu yüzden ihtiyaç bulunmakta.

"Ancak İslamcılığın 80-90’lı yallardaki bazı naif yaklaşımlarından kurtulması, politize olmuş bir yaklaşımın kendisini sekülerleştirmesine izin vermemesi, dünyaya ve küresel sisteme siyasal bir itiraz geliştirirken sosyal, kültürel ve ekonomik alanlara yönelik ihmalin telafi edilmesi gerekiyor. Zira siyasal olanı besleyen, büyüten, onu kollarına alıp himaye eden ekonomi, kültür ve toplumsal yapıdır. Nasıl ki sadece bireysel alanla sınırlı kalan, İslam’ı abdest, gusül ve namaza indirgeyen yaklaşım eksikse dini sadece politik olana indirgeyen anlayış da eksik, sorunlu ve hastalıklı bir yaklaşımdır. 



 Okunma Sayısı : 2179         07 Şubat 2016

Yorumlar

Yorum Yap

Adınız Soyadınız

Girilecek rakam : 303872

Lütfen yukarıdaki rakamları yazınız.